29 Kasım 2012 Perşembe

İstanbul'dan Başka İstanbullara Yol Almak


İstanbul'dan başka İstanbullara yola çıkmak...
Bir sabah uyandığımda Allah'ın mazlumlara ve muhtaçlara dokunmak, onlara ulaşılmasına vesile olmak gibi bir nimetle bizleri ödüllendirmesinin ne büyük bir nimet olduğunu düşündüm. Bu gerçekten tarifi mümkün olmayan bir heyecandı, elleriniz yetimlerin saçlarına dokunuyor, gözleriniz yüzlerindeki tebessümde kayboluyor. Her duada payınız, her tebessümde küçük emekleriniz oluyor...
Şüphesiz yüreğimiz her defasında ilk kez gibi yeni heyecanlarla yol alıyorduk ülkemizden binlerce kilometre uzaklara. Kah uçaklarda, kah arabalarda ve kah yürüyerek kardeşlerimizin tebessümlerine ortak olmaya, onların ta en içlerinden gelen dualarına ortak olmaya doğru yol alıyorduk.
İstanbul'dan başka İstanbullara yol alıyorduk...
Sadakataşı Derneğimiz ile bu yıl Yemen'deki kardeşlere konuk olmak yazılmıştı bize. Sevgili dava ve yol arkadaşlarım Ammar Acarlıoğlu ve , Ömer Cengiz Ayberk ile birlikte...
25 Ekim 2012 Perşembe günü İstanbul'dan Mısır'ın Kahire şehrine, oradan da Yemen'in San'a şehrine doğru yol alacaktık. Aslında her biri bizim İstanbullarımız diyebileceğimiz kadar bizim şehirlerimizdi. Saat 18:30 da İstanbul'dan havalanan uçağımız ilk olarak Kahire'ye indi ve orada yaklaşık 3 saatlik bir bekleyişin arından ikinci durağımız olan San'a ya doğru yeniden harekete geçtik.  Yine yaklaşık olarak 4 saatlik bir yolculuktan sonra, heyecanla beklediğimiz diyara Yemen'e, San'a ya varıyoruz. Saat sabah 03:30 sularında indiğimiz Yemen'de bizi Cemal ağabey karşılıyor, sanki uzun zamandır görüşmediği eski bir dostunu kucaklarcasına sarılıyor, sarıyor ve tekrar sarılıyor bize tek tek... Eline bir kağıda aldığı çıktıda ismimi ve Sadakataşı ibaresini görüyorum. Ancak sanki elinde o kağıt olmasa da sanki zaten tanıyacakmışım gibi bir hisse kapılıyorum. 

Yemen'de Bayram Namazı...
Kısa bir istirahatın ardından devrim sürecinin baş aktörlerinden Sıffıyn meydanında bayram namazımızı kılmak üzere yola çıkıyoruz. Daha bir kaç gün önce Yemen'de olan dava ve yol arkadaşım Adem Özköse ile telefon görüşmelerimiz ve mesajlaşmalarımızdan sonra iyice heyecanlandığım bu meydanı çok önemsiyorum. Birlikte şehrin en işlek caddelerinde ilerleyerek meşhur Sıffıyn meydanına varıyoruz. Caddede yüz binlerce Müslüman ana caddeyi kapatmış yüzlerce saf oluşturmuş ve hep birlikte bayram namazı için hazırdılar. Omuzlarımız, yüreklerimiz, dualarımız ve heyecanlarımızı birleştirerek hep birlikte namaza durduk... Allahu Ekber...

Bayram namazı sonrasında, devrimci Müslüman gençlerle birlikte uzun ve samimi bayramlaşmalarımız ve bu bayramlaşmalara eşlik eden Yemen devrim marşları bütün şehirde kurulmuş olan kolonlardan halka dinletiliyordu.  Devrim marşları eşliğinde Yemenli Müslümanlarla bayramlaştık, samimi bir hatıra fotoğrafının da ardından hiç zaman kaybetmeden dağıtımlarımız başlamak üzere yollara düştük. 


Hajjah Yollarında Dağların Ardında Bizim Şehrimiz...
Öncelikle San'a da Cuma namazımızı kılıp, Yemenli kardeşlerle halleşip selamlaşıp dualaşıp yollara çıkıyoruz. Yollara ama tamamı çöl ve dağ yollarından oluşan yaklaşık 350-400 KM.'lik bir yol bu...
Başkent San'a'dan, Yemen'in kuzeyine Suudi Arabistan sınırına doğru yol alıyoruz. Yollarda defalarca kontrol noktalarında durduruluyoruz, genel olarak Türkiyeli olduğumuzu öğrenen güvenlik güçlerinin yüzlerinde bir tebessüm beliriyor, bir çoğunda bize zorluk çıkarmadan geçmemizi söylüyorlar. Her biriyle tek tek selamlaşıyoruz. Program boyunca yaklaşık olarak 40 civarında kontrol noktasında durdurulduktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Heybetli ve devasa yükseklikteki dağlara yavaş yavaş tırmanan aracımızla yer yer yüzlerce metreyi bulan uçurumların kenarından dualarla ve Ammar Acarlıoğlu'nun ezgileri eşliğinde ilerliyoruz...

İlk durağımız Hajjah Bölgesinde Abs köyünde kurbanlıklarımızın kesimlerini tamamladıktan sonra, paketleme işlemlerinin ardından dağıtımlarda bulunmak üzere yola çıkıyoruz. Öncelikle kesimlerin ve paketlemenin yapıldığı Abs köyünde dağıtımlarımızı tamamlıyoruz. Buradan yaklaşık 50 km sonra ise bir başka yerleşim biriminde duruyoruz. Yerleşim birimi derken öyle evler haneler konuklar değil, bez parçalarından, brandalardan ve kumaşlardan oluşan derme çatma yerler. Ağaç parçalarından dikilmiş ve üzerleri yine büyük yapraklarla örtülmüş evlerini bayram nedeniyle temizlemiş, yerleri süpürmüş ve yoklukların içinde bayram heyecanını evlerine yansıtmaya çalışıyordu anneler, babalar...

Çocuklarımız, Bizim Çocuklarımız...

Ev ev tek tek gezerek selam veriyoruz, kurban etlerini kendilerine mahcubiyet ve saygıyla takdim ediyoruz. 

Çocuklar heyecanla bize koşuyorlar, bağırıyor, çağırıyor ve gülüyorlar.
Kendilerine Sadakataşı derneği balonlarını verdiğimizde sevinçle çığlıklar atıyor, koşuyor, oynuyorlar...
Balonlarını alan çocuklar, sevinçle arkadaşlarına haber veriyor, hemen ardından başka çocuklar sarıyordu etrafımızı. Çocuklarımızın yüzlerindeki tebessüm dünyalara bedel bir tebessümdü.
Ellerine, saçlarına, yüreklerine dokunmak tarif edilemez bir heyecan yaratıyor içimizde.
Çocuklarımız, gülmek en çok ta onlara yakışıyor, gülmeyi en çokta onlar istiyor...

























Abs taki dağıtımlarımızın ardından bir başka durağımıza, bir başka şehrimize doğru yola çıkıyoruz. Ahim. Yine Hajjah bölgesinde daha kuzeye ilerleyerek Ahim köyüne varıyoruz. Dağlardan, tepelerden, yamaçlardan geçip ulaşıyoruz. Burada büyük bir köyde dağıtım yapmak üzere hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Bu kez ev ev değil de köyün meydanında toplu dağıtım yapıyoruz. Burada da çocuklarımıza balonlar, büyüklerimize kurban paketleri dağıtıyoruz. Bu köyde çok farklı bir atmosfere tanıklık ediyoruz.

Ekip arkadaşlarımızdan Ammar Acarlıoğlu'nun dikkatini yaşlı bir teyzemiz çekiyor. Ammar teyzemize selam veriyor. Halini keyfini sorduktan sonra, teyzemiz ile bir sohbete başlıyor Ammar... Yaklaşık 70 - 80 yaşlarında bir teyzemiz. Ammar selam verir vermez teyzemiz anlatmaya başlıyor. "Yaşadığı sıkıntıların ve yoklukların tümüyle farkında olduklarını, bu çektiklerinin kendilerine Allah'tan geldiği bildiklerini" söylüyor. "Ama diyor, Allahın adaletinin bir gün tecelli edeceğini de biliyoruz, sizleri bizlere Allah'ın gönderdiğini de biliyoruz" diyor. Allah'ın adaleti sizlerin eliyle tezahür edecek inşaallah" diyor...

Ahim köyü bizde derin izler bırakıyor, kardeşlerimizi, büyüklerimizi ve çocuklarımızı burada bırakıp ayrılıyoruz, belki bir daha hiç görmeyeceğimiz kardeşlerimizi binlerce kilometre uzakta bırakıp ayrılıyoruz.
Şimdiki durağımız ise Suudi Arabistan sınırına 4 - 5 km uzaklıktaki Harad köyü. Yemenin en kuzeyinde uzaklarda bir yerlerde. Burada Somali mülteci kamplarına uğruyoruz. Çocuklar, çocuklarımız ciddi anlamda sefalet ve yokluk içinde. Biri takılıyor gözüme, karnı iyice şişmiş, belli ki ciddi bir hastalığı var ve belli ki modern dünyanın bu pek umurunda değil. Somali kampında da dağıtımlarımızı gerçekleştiriyoruz. Kamptaki Müslümanlara kurban etlerini, Türkiyeli kardeşlerinin selam dua ve muhabbetlerini iletiyoruz.

Somali kampında da çaresizlik, açlık, yokluk ve hüzünlerle gözlemlediğimiz anlara tanıklık ediyoruz. Acımızı yüreğimize saklayıp başka kardeşlerimizi de burada bırakıp dönüp gidiyoruz. Onlar sahipsiz değil elbette, Allah kullarının ve mazlumların sahibidir. Allah ile mazlumun duası ve niyazı arasında bir perde yoktur. Burada programımız süresince dokunduğumuz bütün kardeşlerimiz, büyüklerimiz selam ve dualarla uğurluyorlar bizi. Yemen'de yüzlerce mazluma dokunduk, her biri yürek dolusu uzun uzun dualar ettiler bize. Aslında bu dua ve selamları bağışçılarımıza ve gönüllülerimize iletilmek üzere emanet aldık. Bu selamlar ve dualar size...

Somali'ye Günlerce Süren Yürüyüş
Program süresince kuzeye doğru ilerlediğimizde gözümüze gruplar halinde yürüyen siyahi Müslümanlar çarpıyor, mihmandarımız Cemal abiye soruyoruz. Bunlar nereye gidiyor diye?

Somaliye diyor bize. Somaliye kadar yürüyerek gidiyorlarmış. Sayıları oldukça çok, dikkat kesiliyorum sonraki gruplara, üzerlerinde derme çatma  kıyafetler, ve iple bağlayarak omuzlarına astıkları içme sularından başka bir şey yok yanlarında. yolda denk gelip te arabalarına alan olursa bir süre araçla gidiyor ve sonra yeniden yürümeye devam ediyorlar. Sonra yeniden yürüyorlar, yürüyorlar ve yine yürüyorlar. Günlerce yol yürüyorlar Somaliye ulaşmak için. Çaresizlik ve yokluk bir insanoğluna neleri reva görüyor. Bu kadar yol yürünür mü diyoruz? Bu nasıl bir çaresizlik diye soruyoruz. Susuyoruz... 

Sabahın ilk ışıklarıyla kurban dağıtımı için hareket ettiğimizde yol kenarında bir mekanda kahvaltı için oturuyoruz. Caddede yürüyen Somalili olduğunu sonradan öğrendiğimiz ve o uzun yolculuğa devam eden gençleri soframıza davet ediyoruz. Birlikte kahvaltı ediyor, onlara su ve yolluk erzak ikram ediyoruz. Çok seviniyor, dualar ediyorlar. Onlarla hasbihalimizi bitirip yolumuza devam ediyoruz, biz kardeşlerimize, onlar kaderlerine doğru yürüyoruz...
Yemen, Devrimin Aydınlığı, Yokluğun Girdabında Kaybolan...

Yemen'de üç bölgede yaklaşık 500-600 kadar aileye ulaşarak Türkiye'den bizlere emanet edilmiş olan Kurbanları sahiplerine, Yemen'li kardeşlerimize teslim ediyoruz. Evlerine konuk oluyor hallerini, hatırlarını soruyoruz. Selam dua ve muhabbetlerini üzerimize alıp, Türkiye'li kardeşlerine iletiyoruz...

Yemen'den, uzak çok uzaklarda bizden bir şeylerin olduğu, açlık, yokluk ve  sefalete rağmen bizlere yürekten edilen dualar kalıyor. Yemen'i çok özleyeceğim. Bir de balonlarımızla sevinçten bağırıp çağıran çocuklarımızı, bizim çocuklarımızı...

Süleyman KURT
Ekim 2012
Yemen








18 Temmuz 2012 Çarşamba

ARAKAN'DA MÜSLÜMAN KATLİAMI



Arakan'da zulüm devam ediyor

İHH İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı'nın yardımları sürüyor. Myanmar'ın batısındaki Arakan (Rakhine) eyaletindeki Rohingya Müslümanlarını hedef alan şiddet olaylarında son bir ay içerisinde bin 500 civarında Müslüman katledildi. Kendilerine yönelik yok etme politikasından kaçarak Bangladeş’e sığınmak isteyen Arakanlı Müslümanlara hükümet izin vermiyor. Bölgeye giden İHH ekipleri gözlemlerini aktardı.
Arakan\'da zulüm devam ediyor
17.07.2012 - Arakan'da zulüm devam ediyor
İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı Myanmar Sorumlusu Sait Demir, geçtiğimiz haftalarda bölgeye gitti. Bölgede incelemeler yapan Demir; Myanmar tarafına geçemediklerini anlatırken azınlık halindeki Müslümanların bölgede katliama maruz kaldığını belirtti. Demir ayrıca binlerce Arakanlı müslümanın yaşanan olaylar yüzünden evlerini terk etmek zorunda kaldığını ancak onların da sığınacak yerlerinin olmadığını aktardı.
Bölgeden kaçan halkla göç yollarında görüştüklerini anlatan İHH yetkilisi Demir, "Son bir ay içerisinde bin 500 civarında Müslüman katledilince, Arakanlı Müslümanlar Bangladeş'e sığınmak istedi. Fakat Bangladeş hükümeti, siyasi şartların ve maddi imkanlarının yetersiz olması sebebi ile bunu kabul etmiyor. Bangladeş'e girmeyi başaran yaralılar da kaçak olarak gelebiliyor. Tedavi olmakta bile zorlanıyorlar. Camileri yakıyorlar. Camilerin etrafını kuşatarak Cuma namazına gidilmesini bile engelliyorlar. Saldırılar tamamen Müslümanlığa karşı" diye konuştu.
''MÜSLÜMANLARA KARŞI ÖFKE VAR''
Müslüman köylerinin yakıldığını anlatan Demir, saldırılar yalnızca Müslümanlara yöneltiliyor" dedi. Rohingya Müslümanlarının çok zor şartlar altında olduğunu bildiren Demir, şöyle konuştu:
"Kendi bölgesinde hakimiyet kurmaya çalışan MYANMAR hükümeti, Müslümanları katlediyor. İngilizlerin o bölgede işçiye ihtiyacı vardı ve Hindistan'dan Müslümanları buraya getirmişti. Arakanlılar şimdi dışlansalar da yüzyıllardır oradalar. Orası Arakanlı Müslümanların kendi toprağıdır. Arakan'da iki toplum yaşıyor. Yerli halk Müslümanlardan ve Rakhine Budistlerinden oluşturuyor. Müslümanlara karşı bir öfke var. MYANMAR hükümeti Budizm milliyetçiliğini savunduğu için (Budist) Rakhinelere dokunmuyor.Rakhineleri kışkırtan MYANMAR hükümeti, Müslümanların üzerine gidiyor. MYANMAR'daki vatandaşlık yasasına göre Arakanlı Müslümanlar, 'yerleşimci halk' olarak görünüyor. Devlet dairesinde görev alamıyor. Doğan her çocuk Müslümanların başına iş açıyor. Her Müslüman, hükümetin isteği doğrultusunda ücretsiz olarak çalışmak zorunda."
Kendisinin 9 yıldır MYANMAR'da görev yaptığını kaydeden Demir, olayların bir anda büyümesinin sebebinin "sosyal medya" olduğunu söyledi. Demir, MYANMAR'da Müslümanların yıllardır sıkıntı çektiğini belirterek, yaklaşık 1 buçuk milyon MYANMARlı Müslüman'ın sesini sadece sosyal medya aracılığıyla duyurduğuna dikkati çekti.
Bölgedeki kaynaklardan alınan bilgiye göre, Myanmar yönetimi önceliğini olay bölgesindeki çatışmayı kontrol altına almak olarak belirledi. Yaklaşık 100 bin Rohingya Müslüman'ın yerinden edildiği bölgede, sıkıyönetim ilan edilmiş durumda. Evlerini terk ederek Bangladeş’e sığınmak isteyen Arakan Müslümanlarına Bangladeş hükümeti geçiş izni vermeyince Müslümanlar iki ülke arasında nehirlerde tekneler içerisinde yaşam mücadelesi veriyorlar.
İHH'DAN MYANMAR'A YARDIM
İHH'nın 1994 yılından beri bölgede çalışma yaptığının altını çizen Demir, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Arakanlılara yaptığımız yardımlar var. Yakın döneme kadar girebildiğimiz bölgelere şimdi giremiyoruz. Bölgede 100 bin kişinin yaşadığı kamplar var. Açlık sınırında yaşayan insanlar var. Gıda yardımı yapıyoruz, su kuyuları yapıyoruz. Muson yağmurları döneminde kamplara tadilatlar yapıyoruz. O kamplara girip yardım ediyoruz. Ramazan nedeniyle ciddi bir gıda dağıtımı yapacağız. Yaralılara yönelik çalışmalarımız olacak. Çocuklara giyim yardımı yapacağız.
Arakan; Bangladeş, Burma ve Hint Okyanusu ile sınırlı bir Güneydoğu Asya bölgesidir. Arakanlılar ırk olarak Rohingya ırkına mensuptur. Dört milyon nüfuslu Rohingya Müslümanlarının iki milyonu, Burma rejiminin baskıları nedeniyle komşu ülkelere sığınmış durumda.
28 Mart 1942’de İngilizler tarafından desteklenen Burmalı Budistler Arakanlı Müslümanlara yönelik bir katliam gerçekleştirip, Yaklaşık 150 bin Müslüman’ı şehit etmişti. Bu katliamda yüz binlerce kişi de evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Bölgede geçtiğimiz dönemlerde Budistler, saldırılar düzenleyip yüzlerce Arakanlı Müslümanı öldürmüştü."

11 Temmuz 2012 Çarşamba

ABD’NİN GİZLİ SİLAHI HAARP DEŞİFRE OLACAK


ABD’NİN GİZLİ SİLAHI HAARP DEŞİFRE OLACAK
Süleyman KURT 
8 Haziran Cuma günü Tekirdağ’da meydana gelen depremle birlikte hızla yeniden gündemimize giren HAARP projesini biraz daha yakından tanıyalım. Teknik olarak projeden bahsetmeden önce altı çizilmesi gereken önemli bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Proje onlarca yıldır üzerinde çalışıldığı halde gizlilik derecesi açısından dünya kamuoyunda hiç yer bulmamıştı. Bir başka açıdan baktığımız zaman ise farkında olmadan bütün dünyada sistemli bir şekilde gündemimizin tam ortasında yer buldu.
Son yıllarda dünyada bazı şeylerin yolunda gitmediğini birçok kanaldan duyar ve dinler olduk.
Yakın zamanda binlerce kişinin yaşamını yitirmesine neden olan büyük depremler meydana geldi. Ardından Afrika boynuzunda ortaya çıkan büyük kuraklık –şimdilerde sanki hiç yaşanmamış gibi bütünüyle unutulmuş olsa da- bir süreliğine dünya gündeminde geniş yer buldu. Yine sıkça gündemimize gelen iklim değişikliği ile ilgili dünya kamuoyunun ciddi anlamda tedirginlik duyduğu ve kendince tedbirler aldığı bilinmektedir.
Bütün bu örneklerden hareketle dönemsel olarak ortaya çıkan ve dünya gündeminin de sorunun ortaya çıkarıldığı noktalara doğru  yönlendirildiği “doğa olayları” doğanın değil de insanın bir oyunu olabilir mi sorusu cevaplanmayı beklemektedir.
ABD özellikle de ikinci dünya savaşı sonrası cetvellerle çizilen ülkelerin gündemlerini, halklarını ve yönetimlerini tayin etme noktasında büyük cüretkârlıklar sergilemiş,  kendisinin bu belirleyici rolünü de milyar dolarları bulan film ve propaganda endüstrisi ile bütün dünyaya pazarlamıştır.
Son günlerde ise varlığı ve misyonu büyük tartışmalara yol açan bir örgüt ile gündemde olan ABD’nin üzerinde uzun yıllar çalıştığı gizli silahı HAARP gün yüzüne çıkmıştır.

HAARP NEDİR?
Öncelikle bu yeni gizli silahı kısaca tanıyalım. ABD hükümeti, yaklaşık yarım asırdır iklime müdahaleyle ilgili deneyler yürütmektedir. Su kaynaklarının azalması ve iklim değişikliğinin ciddi bir tehlike haline gelmesiyle birlikte, özellikle silah sanayisindeki şirketler de bu alana yatırım yapmaya başlamıştır. Son araştırma programlarından biri olan HAARP, iyonosferde yaptığı müdahalelerle geniş alanlarda sel, kuraklık, fırtına ve deprem gibi doğa olaylarını tetikleyebilecek bir teknoloji üzerinde çalışmaktadır. Program, askeri gizlilik gerekçeleriyle kamuoyundan gizli tutulmaya çalışılsa da bir yandan da aslında bu proje dünyaya pazarlanmaktadır. Çalışmaların devam etmesi ile birlikte böyle bir programın ABD hükümetinin elinde yeni bir kitle imha silahına dönüşebileceği ortadadır.
1997 yılında başlandığı bilinen ancak daha eskilere dayandığı tahmin edilen HAARP, terim olarak Yüksek Frekanslı Etkin Güneşsel Araştırma Programı (High Frequency Active Auroral Research Program) anlamına gelmektedir. ABD Ordusu, ABD Donanması ve Alaska Üniversitesi tarafından ortak yürütülen İyonosfer'in özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere Alaska'da, ABD’ye ait Gekona askeri üssünde sürdürülen askeri bir çalışmadır. İlk kez Sırp asıllı ABD'li bilim adamı Nikola Tesla tarafından ortaya atılmış bir fikirdir. Buraya kadar baktığımızda bir sorun yok, ABD’nin bilimsel(!) amaçla ele aldığı çalışmalardan biri gibi gözüküyor. Ancak ABD diğer birçok konuda olduğu gibi HAARP projesini de dünya egemenliği için kullanmaktan çekinmemektedir. Dünya ülkelerinin liderlerinin bununla tehdit edildiği bile birçok platformda dile getirilmiştir. Proje bloklar arası mücadelenin en önemli mihenk taşları arasında yer almaktadır. Rusya’nın 60’larda başladığı 80’lerde ise neredeyse tamamladığı RUS AĞAÇKAKANI adını verdiği proje de yine benzer bir teknolojik araştırmanın ürünüdür. ABD ise buna HAARP projesi ile yanıt verme amacı gütmektedir.
haarp-tesisi.jpg
ABD’YE GÖRE HAARP’İN AMACI
ABD askerî yetkililerinin bu konuda kendilerine yöneltilen sorulara çeşitli platformlarda verdikleri cevapları özetleyerek, ordunun HAARP’in amacını nasıl lanse ettiğine bir bakalım.
- Atmosferdeki termonükleer araçların, elektromanyetik vuruşlarını değiştirmek,
- Denizaltılarla haberleşmeyi sağlayacak teknik alt yapıyı oluşturmak,
- Son derece gelişmiş radar kontrol sistemleri elde etmek,
- Çok büyük bir bölgede ABD ordusunun haberleşme sistemi dışındaki tüm iletişim sistemini bloke edebilecek bir alt yapı oluşturmak,
- EMASS ve CRAY bilgisayarları ile toprağın altını çok derinlerine kadar inceleyip bilimsel çıkarımlar sağlamak,
- Büyük ve derin alanlarda petrol, doğalgaz ve mineralleri araştırmak,
- Cruise füzeleri gibi her türlü saldırı silahını ve savaş uçaklarını imha edebilecek bir teknoloji geliştirmek.
Resmi kaynaklar HAARP projesini işte bu şekilde tanımlıyor.
Projenin teknik olarak yol açabileceği hasarlar nedeniyle ABD içinde projeye ciddi anlamda muhalefet edilmektedir. ABD’nin en ünlü jeofizikçilerinden Prof. Dr. J. F. Mac Donald elektromanyetik dalgaların sebep olabileceği olayları şu şekilde sıralamaktadır:
- İklimleri değiştirebilir.
- Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir.
- Ozon tabakası ile oynayabilir.
- Deprem yaratabilir.
- Okyanus dalgalarını kontrol edebilir.
- Dünyanın enerji kuşakları ile oynayarak insan biyolojisini ve beynini etkileyebilir.
- Radyasyon yaymadan termonükleer patlama oluşturabilir.
Son yıllarda meydana gelen olaylara ve bu olayların tarihsel seyrindeki gözle görülür artışlara dikkat ettiğimizde projede artık sona yaklaşıldığını, büyük ölçüde deneme çalışmaları yapılmaya başlandığını söylemek mümkün olabilecektir.
Ayrıca konunun bütünlüğünü bozmaması açısından detayına yer vermeyeceğim iklim değiştirme ve kontrol projesi olan Spacecast 2020 adlı projenin deklarasyonunda “Bu projenin ülkelerin imhasında veya zarara uğratılmasında kullanılması yasaktır” ifadesinin yer alması projenin nelere yol açabileceği hakkında fikir vermektedir.
haarp3.jpg
HAARP PROJESİNİN ORTAYA ÇIKARDIĞI TEHLİKELERDEN ÖRNEKLER
Zira proje hali hazırda masum bir araştırma projesi olarak ele alındığından bu başlıkta bahsedeceğimiz bazı örnek olaylar sonsuza dek ispat edilemeyecek ama üzerinde ciddi anlamda şüpheler uyandırmış olan olaylardır.
HAVA ULAŞIMINDA YAŞANANLAR
Gizli ELF Silahı ve HAARP Projesinin yakınlarında gerçekleşen uçuşları ciddi anlamda etkilediği bilinmektedir. Normalde sistemin ilan edilen özellikleri arasında; HAARP Dairesinin sahip olduğu çok büyük kapsamlı radar sayesinde kilometrelerce uzaktan manyetik sahaya doğru bir uçuş tespit edildiğinde sistemin kendisini otomatik olarak kapattığı ifade edilmektedir. Bu da sistemin uçuşlara ne denli büyük bir tehlike oluşturduğunun delili niteliğindedir.
ABD Merkezli küresel bir kuruluş olan PACE (Temiz Enerji için Dünya Çapında İş Birliği Derneği) konu ile alakalı olarak kendi bülteninde şu bilgilere yer vermiştir:
Boing firması tarafından yapılan araştırmalar ve tahliller neticesinde HAARP ve ELF Tesisleri ile bu tesislerin açığa çıkardığı yoğun enerjinin uçaklar için ciddi ve hayati tehlikeler doğurduğu ifade edilmiştir.
Enerjinin uçakların hem kendi içlerinde hem de kara ile olan iletişimlerinde ciddi anlamda tehlike ve aksaklıklara neden olmaktadır. Bilgisayar tarafından idare edilme sistemi ile ilgili otomatik pilot sistemi de yine bu enerji tarafından devre dışı kalmakta ya da yanlış sinyaller nedeniyle ciddi anlamda sorunlar ortaya çıkarmaktadır.
Aynı şekilde uçaklarda yağ yakıt miktarı göstergesi, fren sıcaklık göstergesi, EHF alıcı ve vericisi, ADF alıcısı, işaretleyici alıcısı, uzaklık ölçüm aygıtı, havadan loran sistemi gibi birçok sistem bu enerjiden olumsuz yönde etkilenmekte ve hatalı veriye neden olmaktadır.
UÇAK KAZALARI
Dr. Nick Begich, Angel’s Don’t Play This HAARP (Melekler HAARP ile Oynamaz) adlı eserinde HAARP’ın hava ulaşımı üzerindeki etkilerini ele alırken yer verdiği şu örnek oldukça çarpıcıdır:
2 Şubat 1996 yılında Güney Amerika’da 70 kişinin yaşamını yitirdiği Amerikan hava yollarına ait Boing 757 tipi uçağın şaibeli bir şekilde düşmesi HAARP projesinin yol açtığı yüksek manyetik dalgalar ile ilgilidir.
Fildişi Sahillerinden 1 Şubat 2000 tarihinde havalanan uçakta meydana gelen kazada da yine yukarıda değindiğimiz tarzda birtakım ipuçlarına rastlanmaktadır. 169 yolcu ve 10 mürettebat ile seyahat edecek olan uçak kalkışından dakikalar sonra, kuleye acil iniş sinyali vermiş, yolculara uyarı yapılıp can yelekleri ve kemerleri bağlatılmak suretiyle bekletilmiştir. Ancak uçak aslında okyanusa kontrollü iniş yapabilecek durumdayken, havada art arda patlamalar yaşamak suretiyle infilak etmiş ve uçak içindeki yolcular ile birlikte okyanusa gömülmüştür.
Özellikle de 1998 yılında HAARP çalışmalarının ciddi anlamda ilerleme kaydettiği bir dönemde belli ki bazı denemeler yapılmaktaydı. Zira o yıllarda onlarca şüpheli uçak kazası kaydedilmiş, tüm araştırmalara rağmen gerçekleşen uçak kazalarının nedenleri sadece tahminler ve olasılıklarla açıklanabilmiştir. Sri Lanka, Myammar, Nepal ve Kanada gibi ülkelerde meydana gelen kazaların raporlarında kaza nedeni ile ilgili “BİLİNMİYOR” şeklinde ifadelere yer verilerek dosya kapatılmıştır.
Birkaç örnek olayı hatırlayacak olursak;
- 27.01.1998    Mynmar          15 Ölü           Gerekçe; Motor arızası.
- 16.02.1998    Çin                  196 Ölü        Gerekçe; Anlaşılamadı.
- 02.09.1998    Kanada          229 Ölü         Gerekçe; Araştırılıyor.
- 11.12.1998   Surat Thani    101 Ölü          Gerekçe; Bilinmiyor.
Özellikle 98 yılında kayıtlara geçen onlarca şüpheli uçak kazası ve düşme hadisesinde nedeni bilinmiyor ya da anlaşılamadı denilerek dosyalar kapatılmış, bazıları ise yıllar geçmesine rağmen “araştırılmaya” devam edilmektedir. Özellikle de 98 yılında onlarca kaza benzer şekilde açıklanamayan yada tespit edilemeyen bir şekilde düşmüş, kaybolmuş, okyanusa gömülmüştür.
haarp2.jpg
DEPREMLER ve TUSUNAMİ
HAARP projesinin büyük depremler ortaya çıkarabilme gücünün keşfedilmesinden sonra, çeşitli denemeler yapıldığı bilinmekte ya da ön görülmektedir.
Kısaca özetleyeceğimiz bazı örneklere yer vermek istiyorum.
28 Temmuz 1976 tarihinde Çin’de meydana gelen depremde 650.000’den fazla kişi yaşamını yitirmiş, depremden hemen önce gökyüzü adeta gündüz gibi aydınlanmıştı, bu Gölcük depreminde de görülmüştü, ağaç yaprakları yanmış, meyve ve sebzeler kavrulmuş halde gözlemlenmişti.
17 Ağustos depremi ile ilgili çok çeşitli iddialara da yer verilmektedir. Bunlardan en önemlileri; 76 yılı Çin depremindeki gibi büyük ışık huzmelerinin çok büyük bir bölgeyi aydınlatması ve ABD ve İsrail kuvvetlerinin sözde yardım amaçlı olarak depremden saatler sonra İstanbul’a denizden, havadan ve karadan büyük bir çıkarma yapmalarıdır. Bu zaten o birliklerin İstanbul’da oldukları iddiasını güçlendirmekteydi. Çoğunlukla dile getirilen bir başka iddia ise ABD-İsrail birlikte kullanılan bir deprem sismik araştırma cihazının tatbikat hazırlık çalışmaları sırasında Gölcük Askeri üssünün altına yerleştirilmiş olması ihtimalidir. Cihaz burada sadece sismik deneyler ve çalışmalar için kullanılacaktı. İstanbul ve çevresindeki faya küçük bir dokunuş yapılacak ve enerji açığa çıkarılıp büyük depremin önüne geçilecekti. Böylesi masum bir proje olarak kabul ettirildi ve düğmeye basıldı. Ancak beklenenin çok çok üzerinde, yaklaşık 10.000 kat daha yoğun bir enerji açığa çıkması sonucu yüz yılın felaketi olarak adlandırılan bir deprem meydana gelmiştir.
Bu tezi güçlendiren birtakım detaylar bulunmaktadır. ABD depremi ilk gerçekleştiğinden birkaç saat sonra 9,6 olarak ilan etmiş ve daha sonra Türkiye’nin de ilanıyla birlikte ölçüm 7,4 olarak güncellenmişti. Meselenin binlerce KM uzaktaki iki ülke arasında cereyan etmesi ise ayrıca ele alınması gereken bir konudur.
Yine ilginç detaylardan biri de 20 Ağustos sabahı Ataköy sahilinde İsrail’e ait bir uçağın düşmesi idi. Uçak o sırada balıkçılık yapan Abdullah Kaplan adlı bir görgü tanığı tarafından Zeytinburnu limanına çekilmiş, tek amacı yardım etmek olan balıkçı sert ve ciddi tepkilerle karşılaşmıştı. Kameramanlar çekim yapmayı bırakmış, sadece bir defa kısa süreli olarak haberlere konu olan olay hemen tüm kanallardan çekilmişti. Bunun nedeni hala bilinmemektedir. Ama bu olasılıkları ciddi anlamda güçlendiren hatta neredeyse kesinleştiren bir ipucunu ise dünyada milyonlarca kişi aynı anda izlemişti. Komplo teorisi filmi…
KOMPLO TEORİSİ FİLMİ İLE ADAPAZARI DEPREMİ MESAJI
HAARP Projesi ile depremlerin bağlantılarını takip ederken çok çok önemli bir detay karşımıza çıkmakta ve asla inkâr edilemeyecek bir gerçeği deşifre etmektedir. Bu gerçek aslında bu depremin önceden planlanmış olması ve olacaklar hakkında ciddi bir ön görüye sahip olunmasıdır.
Senaryosunu; Brian Helgeland’ın yazdığı ve yönetmenliğini Richard Donner’in yaptığı Komplo Teorisi adlı film, Mel Gibson ve Julia Roberts gibi Hollywood’un en önemli oyuncuları ile ve esrarengiz, bir o kadar da gerçek hayattan derlenen efsane bir filmdir.
Yaklaşık 150 Milyon dolara yakın bir gişe hâsılatıyla hatırladığımız film ABD ve diğer ülkelerde korsanları ve DVD’leri ile birlikte milyonlarca izleyiciye ulaştı ve onlarca dil seçeneği oluşturuldu. İzleyenler hatırlayacaktır ki, film ABD’nin en büyük bütçeli ve ses getiren filmlerinden biridir. Özetle film komplo teorileri üreten bir taksici ile adalet bakanlığında görevli bir personel arasında geçen olayları konu edinmekteydi. Tabii asıl kurgu ise ABD’nin çeşitli nedenlerle kaotik bir ortam oluşturmak için suni depremler ortaya atması üzerine kurgulanmıştı. Filmde ABD yapay bir deprem üretiyor, bu deprem Türkiye’de oluyor, hesaplanamayan nedenlerden ötürü öngörülenin çok çok üstünde oluyor ve 1997 yılında gösterime giren filme göre bu senaryoda Türkiye depremi 7,4 olarak yer buluyordu. Bu da başından beri değinmeye çalıştığımız HAARP projesi ile bağlantılı bir fikrin temellerini oluşturmaktadır.
TARİHLERLE VERİLEN MESAJLAR
Sıradan bir film olmadığı her bir detayında aşikâr olan Komplo Teorisi ile ilgili bazı tarihleri hatırlamak, meselenin daha net anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Komplo Teorisi filmi; Amerika`da 7 Ağustos 1997`de, Türkiye`de 17 Ekim 1997`de, Arap ülkelerinde ise 17 Ağustos 1997`de gösterime girdi. Truva filmini İsrail’in kuruluş tarihi olan 14 Mayıs’ta gösterime koyan yapımcı şirket WARNER BROS aynı zamanda Komplo Teorisi filminin de yapımcısıdır. Bütün bu tarihler subliminal mesajlar hususunda dünyada adından sıkça söz ettiren Siyonist Hollywood için biraz fazla tesadüf değil midir?
HAARP NASIL DEŞİFRE EDİLECEK?
Şimdi buraya kadar ele aldığımız hususlarda HAARP, NASA, Pentagon, ABD ekseninde şekillendirilmek istenen yenidünya düzeninin aktörlerine değindik. Bu aktörlerin varlığını ve faaliyetlerini ifade etmekten öte neler yapılabilir sorusuna cevap bulmak zorundayız.
Öncelikle bu konuların araştırılıp detaylı ve belgeleri ile birlikte deşifre edilebilmesi için enstitüler kurulması gerekmektedir.
Mevcut stratejik araştırma merkezlerine bu alan ile alakalı masalar oluşturulmalı, alan taraması için bütçeler oluşturulmalıdır.
Üniversitelerimizde kürsüler açılmalı, yabancı dil ve konu hakkında kaynak taramasına imkân verecek dokümanlar, görsel araçlar temin edilip araştırmalar yapılmalıdır.
İmkân ölçüsünde araştırma yapmak üzere yurtdışına ekipler gönderilmelidir. Üniversitelerde kürsünün yanı sıra bölüm, ders ve akademik bilim dalları oluşturulmalıdır.
Master ve doktora tezlerinde bilim insanlarımız ilgili bölümlere HAARP ya da türevleri ile ilgili okumalar yaptırmalı, projeler çalıştırmalı.
Büyük düşünmeli vizyon sahibi olunmalıdır.
Alanında uzman kişilere gerekli prezantasyonu sağlayarak sistemli bir çalışma yapılması sağlanmalı ABD’nin bu çok tehlikeli gizli silahı deşifre edilmelidir.
Araştırmalar ortaya koymaktadır ki, yenidünya artık yüz binlerin ölümleri ile sonuçlanması muhtemel saldırı tehditleri ile şekillenecektir.
Unutmayın ki bu bildiklerimiz sadece bilmemiz istenilenlerle sınırlıdır.
Selam ve dua ile…
twitter: @slymnkurt

------------------------------
Kaynakça*
Aydoğan Vatandaş, Kıyamet Teknolojisi HAARP, Timaş Yayınları
Jerry Simith, Kıyamet Silahı HAARP, Koridor Yayıncılık
*Terminolojik, teknik ve sayısal bilgiler ile ilgili olarak ve literatür taraması amacıyla kullanılmıştır. Harici yorum ve değerlendirmeler yazara aittir.

11 Ekim 2011 Salı

EVANJELİST KİLİSE KONGOLU ÇOCUKLARI BÜYÜCÜ YAPTI

Yazar Mustafa Efe'nin çalışmasını istifade edilmesi amacıyla paylaşıyorum...

EVANJELİST KİLİSE KONGOLU ÇOCUKLARI BÜYÜCÜ YAPTI
Mustafa EFE*
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşayan çocuklar yıllar süren içsavaştan çok etkilendiler. Binlercesi öldü, binlercesi sakatlandı. Yaşıtları kreşlerde, okullarda, eğlence merkezlerinde iken binlercesi de asker olarak büyüdüler. Çocuk askerlerden ordular kurdular. Sokak çocukları Mobutu ve Kabila zamanında casus olarak kullanıldılar. Çocuk askerlerin sayısı 300 bin civarında idi. Şimdi bile hala 30 bin çocuk silah altında bulunuyor. Milyonlarca Afrikalı çocuk gibi çocukluklarını yaşayamadan büyüdüler. Ellerinde taşıdıkları kaleşnikoflar boylarına varıyordu. Bir çoğu daha ilk atış yaptıklarında birilerini öldürerek atış yapmayı öğrenmişlerdi. Psikolojik olarak tamamen yıkılmışlar. Ana-babaya çevreye yabancı olarak yetişmişlerdi. Ve bir çoğu kendi ailelerini bile öldürmüştü. Şimdi de bu toplumsal kopuşun meydana getirdiği boşluk, inançsızlık ve eğitimsizliğin bir sonucu olarak aileler Evanjelist kilisenin söylediklerine kanarak çocuklarını büyücülükle suçlayarak sokağa atıyorlar. Kongo nüfusunun yarısına yakınının çocuk olmasından kaynaklanıyor. 7 milyon nüfusa sahip başkent Kinşasa’da “shegues”, Mbejimoyi’de ise “Muana ya çisalu” veya “romains” olarak bilinen savunmasız resmi rakamlara göre 20 bin ile 40 bin gayri resmi olarak 100 bin sokak çocuğu bulunuyor.
Afrikanın her tarafında mantar gibi türeyen Evanjelist kilisenin televizyonundaki yayınlarında çocuklar uçmakla, insan eti yemekle, akrabalarını öldürüp yemekle, uğursuzluklar getirmekle suçlanıyor. İnsanlar umutsuzlar Kongo’da ve umut arıyorlar bu yüzden de Afrika’nın her tarafında mantar gibi türeyen Evanjelist kiliselere gidiyorlar. Kiliseye gidenlere evlerinizde büyücüler var bu yüzden başınıza felaketler geliyor diyorlar. Papazlar savunmasız çocukları içlerine şeytan girmiş, kötü ruhları taşıyor diyerek suçluyorlar. Para karşılığında çocukları temizleyeceklerini iddia ediyorlar.
Şeytan olmakla ve büyücülükle suçlanan çocuklar da kendilerini suçlayanları suçluyorlar ve “biz ailelerimizi öldürmedik, ve biz büyücü değiliz. Biz toplumun bir parçasıyız fakat biz toplum tarafından kötüye kullanıldık ve istismar edildik diyorlar.
Kongo toplumunda yaşanan bu problem diğer Afrika toplumlarında da yaşanıyor. Zimbabve’de geçen yıllarda bir kaç tane kilise yasaklandı. Çünkü kiliseler gelen çocuklara kiliseye gelmeyen ailelerinizi getirin gelmezlerse dövün, öldürün diyorlardı.
Büyücülük diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Kongo’da da geleneksel bir inançtır. Eskiden yaşlı kişiler büyücü olabilirdi. Bu şimdi çocuklara da izafe ediliyor. Çocukların büyücü olması meselesinin Afrika kültürüyle alakası yoktur. Çocuk Hakları avukatı Ange Bay Bay “bu yeni bir problem çünkü bizde burada büyüdük ve çocukların büyücülükle suçlandığını görmedik. Hayatta kimi şeyler kötüye gitmeye başlayınca aileler sık sık çocukları suçluyorlar. Mesela birisi öldüğü zaman, hastalık veya beklenmedik bir sıkıntı olduğu zaman çocuklar bu durumdan sorumlu tutuluyor. Ülkedeki ekonomik şartlar ağırlaştıkça sıkıntıya giren ailelere çocuklarını suçluyorlar.
Nabor, Ange tarafından desteklenen bir evde yaşıyor. Nabor erkek kardeşleriyle birlikte babasının ölümünden dolayı suçlandı ve evlerinden atıldılar. “Babam tüberküloz idi bu yuzden öldü” diyor Nabor.
İnsanları batıl inançlara inanmaya başlayınca sıkıntıların ne derecelere varacağı tahmin edilemez hale geliyor. Pandi ismindeki bir anne de çocuklarını suçluyor. Mutfaktaki kimi eşlyalarım kırıldı, hastalanıp iyileşmedim, hastalığın ne olduğu konusunda doktorlar hiçbir şey söyleyemedi, öğütme makinası kırıldı, kaza geçirdim, evden para kayboldu anladım ki Ikomba ve Luwuabisa büyücüydüler.” Oğulları ise bundan habersizdiler başlarına neler geleceğinin farkında değillerdi.
Çocukların kilisede papaz tarafından yapılan şeytan kovma seansları sonunda kusturmak suretiyle karides büyüklüğünde bir yaratık çıkararak bundan kurtulduklarını söylüyorlar. Bu yüzden Kongolu çocuklar için “korku kültü”nün adı “papaz”dır. Çünkü büyücü olduğu söylenen çocuk papaza temizlenmesi için götürülür, çocuk büyücü olduğunu kabul edinceye kadar işkence edilir ve bir sandığa kilitlenir. Yiyecek içecek verilmez. Daha sonra çıkarılır ve temizlendiğine inanılır.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki bu durumun en temel sebebi eğitimizlik, batıl inançlar ve bu durumu daha da derinleştiren kimi hıristiyan kiliseleridir. 

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Afrika Yardımlarında Sömürgeci Batı’nın Yeri ve Afrika’nın Gelecek Tasavvuru


Afrika Yardımlarında Sömürgeci Batı’nın Yeri ve Afrika’nın Gelecek Tasavvuru

Afrika genelinde günümüzde yeniden gündemdeki yerini alan Somali ve Afrika boynuzu üzerindeki insani kriz katlanılması güç boyutlara ulaşmış durumda. Bu durumda insani açıdan duyguların ve duyarlılıkların arttığı bu günlerde BM ve Gıda Bankası öncülüğünde, özellikle de on yıllardır bölgede emperyalizm ve insan sömürgecisi Batı’nın öncülüğünde krizin “aniden” ortaya çıkması beraberinde bir takım soru işaretlerini de gündemimize taşımaktadır. Bu kapsamda ele aldığımızda Afrika kıtası hali hazırda trilyon dolarlarla izah edilecek bir servetin üzerindeyken, bu denli insani krizlerle boğuşması takdir edilmelidir ki bir doğa-insan ilişkisi değil, emperyalizm ve sömürü politikalarının ürünüdür.


İşgalci Askerlerin Emrinde Çocuk İşçiler
Tüm dünyayı yardım seferberliğine davet eden iyilik perver ve insan canlısı BM, ABD tarafından kurulan, daha yıllar önce İslam topraklarının hemen hepsinde katliamlara, ihanetlere, acılara çanak tutan, öncülük eden ve hatta yardım eden terörist ve emperyalist bir örgüttür. Buna göre BM tarafından ilan edilen ve davet edilen bir insani yardım seferberliğine pek tabii olarak ön yargılı olmak durumundayız. Bölgede sömürgeci planların insanları açlık ve sefaletten ötürü sosyal patlamanın eşiğine getirmiş olması hasebiyle, bu emperyalist güçler Afrika toplumunun suni teneffüs ile az da olsa nefes almasını sağlamak ve bunun için de kendi milyarlarca doları bulan bütçesinden harcamayarak, Müslümanları düşürdüğü durumdan yine Müslümanların imkanlarıyla, Ramazan ayının manevi yoğunluğunun da dikkatle ve profesyonelce zamanlandığı bir durumda istifade etmeyi ön görmektedir.
Bu bağlamda bölgede yaşanan içler acısı durum bu emperyalist arka planı münasebetiyle elbette ki görmezden gelinemez, bu süreçte elimizden gelen yardımı güvenilir kurumlar eliyle kardeşlik, insanlık ve Müslümanlık hukukumuz gereği yerine getirmek zorundayız. İftar sofralarımızdan çeşitleri azaltmak, lüks iftarlardan beri durarak varımızı yoğumuzu vakfetmek boynumuzun, insanlığımızın ve Müslümanlığımızın borcudur, bundan en ufak bir şüphe yoktur. Ancak, bu insani ve İslami sorumluluğumuz bu kıtadaki insanların sadece karınlarını ve sağlıklarını öncelemekle değil, aynı zamanda onların siyasi bilinçlenmelerine de kafa yormak, bir şeyler yapmaktan da geçmektedir. Zira bölge bugünlerde yaşanan krizden kısmen de olsa kurtulduğunda yine aynı sömürge ve zulüm politikası on yıllardır olduğu gibi sürecektir. Bölge insanı için yapılması gereken insani yardımlar ile ilgili olarak öncelikle temel ihtiyaçlar, sağlık gibi yardımlar en kısa vadede hayata geçirilmelidir. Bunun ardından ise sırasıyla Afrika kıtası için uzun soluklu ve kalıcı projeleri derhal hayata geçirmekle mümkündür.
Bu bilgiler ışığında yapılması gerekenleri, kısa, orta ve uzun vadede ele alacak olursak;

Kısa vadede yapılması gerekenler;
Temel ihtiyaçlar
En temel ihtiyaç maddeleri ve sağlık ihtiyaçları tespit edilip gerekli organizasyon hızlıca yapılarak hayata geçirilmelidir ki daha fazla insan, daha fazla çocuk hayata yavaş yavaş gözlerini yummasın. Bölgede yer alan ekipler bizzat gözlem ve incelemeleri ile bölgedeki kurumlar ve hatta devlet yetkilileri eliyle sistemli ve düzenli bir politika tayin etmeli, her yardım kuruluşu yeniden keşifler yapmakla enerji kaybına yol açmamalıdır. Mümkünse yardım kuruluşları uzmanlık alanlarına göre iş dağılımı yapmalı, yardım sevk, dağıtım, geri dönüş ve raporlama süreçlerinde her kurum kendi enerjisini bazen aynı işi yapmakla dahi harcamamalıdır. Tabii bu süreçte en hassas kırmızı çizgi ise yapılan bu projelerin sürdürülebilirliğidir. Yapılan bu yatırımlar, gerek bölgedeki kurumlara, gerek devlet kurumlarına ve en önemlisi de BM ya da Dünya Gıda Örgütü gibi kurumlara asla devredilmemelidir. Bütün süreç projenin sahibi olan yardım kuruluşları tarafından sürdürülmelidir.
Sağlık
Çok büyük ölçekli sağlık tesisleri kurulmalı ve artık açlıktan dönüşü olmayan durumlara gelen çocuklar ve hastalar hızlıca sağlığına kavuşturulmalı, dengeli beslenme süreci gerçekleştirilmelidir. Ayrıca bölgede kurulan kalıcı sağlık tesisleri çok kısa süre içerisinde yüzlerce, binlerce hastaya hizmet verebilecek kapasiteye kavuşturulmalı, sayıları onlarca yüzlerce olacak tesisler inşa edilmeli ve belki de en önemlisi bu tesislerin tümü yine ilgili yardım kuruluşunca idare edilmelidir.

Su kuyuları
Su kuyuları Afrika için hayati öneme haiz
Yüzlerce, binlerce, onbinlerce su kuyusu açılmalı ve çevresinde sağlıklı yaşam koşulları, istihdam ve yaşanabilir ortamlar oluşturulmalıdır. Bu su kuyusu konusunu biraz açacak olursak aslında açılan su kuyularının sadece temiz ve sağlıklı içme suyu anlamına gelmediğini aynı zamanda, açılan kuyunun çevresinde tarım, hayvancılık, istihdam, sağlıklı yaşam koşulları oluşturmaktadır. Zira insani yardım kuruluşları açmaya devam ettiği su kuyuları ile bu şartların yerine getirilmesini amaçlayarak konumlandırmalı, kuyu suyunun giderini hayvanlar için içme kanalı, en son artan suyu ise civarda tarım ve bahçe kurulumu gibi amaçlara hizmet edecek şekilde oluşturmalıdır. Buna göre; su kuyuları ileri tarihli süreç yönetimi açısından çok ciddi bir öneme haizdir.

Kısa vadede yapılması gerekenleri ana hatlarıyla özetledikten sonra orta ve uzun vadede yapılması gerekenlere de kısaca değinmekte fayda vardır.

Elmas madeninde çalışan bir Afrikalı çocuk.
Öncelikle Afrika toplumunun 50 yıllık siyasi bilinçlenme süreci planlanmalı, toplum bu başına gelenlerin asıl sebebinin ne ve kim olduğunu öğrenmeleri sağlanmalıdır. Bugünden başlanarak insani yardım çalışmalarıyla eş zamanlı olarak toplumun gençleri ve hatta çocuklarına öncelikle, İslam dininin gereklerini, ibadi ve sosyal sorumluluklarını, baş kaldırı ve direniş kültürünü, öteki dünyada yaşayanların sahip oldukları, siyasi, sosyal, hukuki hakları, emperyalizmin, siyonizmin, sömürünün ne olduğunu işlemek gerekmektedir. Ayrıca bunların kimler olduğunu, kimlerin Afrika kıtasının milyar dolarları bulan servetini sömürdüğünü, kendi elmas madenlerinde, kendi petrol kuyularında karın tokluğuna çalıştırılan evlatlarının nasıl yirmili yaşlarda çeşitli iç hastalıkları nedeniyle hayatını kaybettiğini bu bilinçlendirme sürecinde dikkatle ve özenle işlemek gerekmektedir.

Süreci yönetmek adına; 50 yıllık bir siyasi ve sosyal bilinçlendirme planı oluşturulmalıdır. Mesela bölgenin az yağış alıyor olması hasebiyle buna uygun tarım politikalarının uygulanması, damla sulama sistemlerinin kurulması, az yağış alan ülke ve bölgelerde yapılan tarım politikaları örneklenerek bölgede uzmanlarca hayata geçirilmelidir. Ayrıca bu fiziki koşullara uygun bahçelerin oluşturulması, sulama sistemlerinin bölgeye kurulması gibi bir çok konuda uzmanlar çalışmalar yapmalı, hızlıca hayata geçirilmelidir. Gelecek yardımlara endeksli bir hayatın yaşanabilir olmadığının da ısrarla ve dikkatle işlenmesi gerekmektedir.

Bunun yanı sıra toplumun gelecek 50 yılda nasıl bir siyasi bilinçlenme süreci yaşaması gerektiği de yine Müslüman uzmanlar tarafından fizibilite edilmeli, pilot çalışmalara başlanmalı, gençler ve çocuklar sabırla ve dikkatle işlenmelidir. Toplumun 10 yıl sonra, 25 yıl sonra ve hatta 50 yıl belki de 100 yıl sonra olması gereken siyasi bilinç bugünden fizibilite edilmeli ve toplum buna yönlendirilmelidir. Bunun ne kadar zor olduğunun ve bölgedeki egemen gasıp güçlerin bunu engellemek için yapabileceklerinin sınırlarının dahi ön görülemeyeceğinin farkında olmakla birlikte, İslam’ın yüklediği sosyal ve siyasal sorumluluğunda bir o kadar kaçınılmaz bir yük olduğu unutulmamalıdır.

Kısa ve özet olarak ele aldığımız bu konu başlıkları üzerinde dikkatle ve özenle kafa yorulması, toplumun gelecek tasavvurunda bölgedeki emperyalist güçleri kovmak ve kendi öz kaynakları ve Müslüman kimliğiyle bağımsız bir Afrika’ya kavuşma idealinde buluşturulması sağlanmalı, bunun için çaba sarf edilmelidir.
Zira inandığımız devrimci İslam, insanın temel ihtiyacının sadece yeme, içme, barınma gibi unsurlardan değil, özgür, adil, müreffeh bir toplum inşa etme sorumluluğu da taşımaktadır. Şimdi biz Müslüman toplumlara düşen sorumluluk, Afrika toplumunun siyasi algısını da en az açlık ve kıtlık sorunu kadar önemli bir sorun olarak ele almak ve bir şeyler yapma iradesi göstermektir.


Afrika toplumunun devrimci İslam çizgisinde buluşması duasıyla…

Süleyman KURT
13 Ağustos 2011

7 Temmuz 2011 Perşembe

ÜRDÜN'DE SESSİZ BİR ÇIĞLIK

İHH ile Ürdün Filistin mülteci kamplarına yaptığım ziyaret ve kurban çalışmaları ile ilgili seyahatname m. Nostalji olsun diye tekrar yayınlıyorum... Geçekten yoğun duygular yaşadığım unutamadığım günlerdi. Tamamını okumanızı özellikle tavsiye ediyorum...



Ürdün’de sessiz bir çığlık
İstanbul’da hayat yine olanca hızıyla devam ediyor ve binlerce kilometre ötede neler olduğunu kimse bilmiyor. Yaşadıklarımız dimağlarımızda bir hüzün olup yerleşti; bakışları gözlerimizden gitmeyen çocukların gözleri ve her şeye rağmen “hamdolsun” diyen kadının sözleri… Ayakları betona basmaktan hasta olan ve soğuğun tüm hücrelerine işlemiş olduğu Filistinli çocuklar kaldı Ürdün’den hatıra bize…Ürdün’de sessiz bir çığlık

Süleyman Kurt
İstanbul’dan bir bayram sabahına doğru yola çıktık. Türkiye’den bize emanet edilen kurbanları sahiplerine götürüyoruz. Yüreğimizde bambaşka bir heyecanla Amman’a gidiyoruz. Yaklaşık iki saat süren bir yolculuğun ardından Amman Havaalanı’na iniyoruz. Amman’da bizi mihmandarımız karşılıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla yollara çıkmak üzere ve otelimize yerleşiyoruz.
İlk kurbanlarımızı her zaman olduğu gibi Ürdün’deki Filistin mülteci kamplarında kesiyoruz ve ev ev, kapı kapı dağıtımlara eşlik ediyoruz. Filistin mülteci kampları ülkeden, hatta dünyadan tecrit edilmiş ayrı dünyalar gibiler; her biri bir başka dünya, her biri bir başka dram, hüzün ve öykü…
Alabildiğine muhtaç, perişan, acılı ama bir o kadar da onurlu bir halk karşılıyor bizi. Yaşanan bunca acıya rağmen, yıllardır o kamplarda ötekileştirilmelerine rağmen, hiç ama hiçbir sosyal imkâna sahip olmamalarına rağmen böylesine asil duruşları bizleri son derece etkiliyor. Ne bir hırsızlık, ne bir yağmalama ne de bir taşkınlık oluyor dağıtımlarımız esnasında. Filistin halkı bu onurlu duruşuyla bizleri ve hatta bütün dünyayı büyülemeye devam ediyor.
Kendilerine uzattığımız paketleri başları önlerinde ve mahcup bir teşekkürle alıp başlarını yerden hiç kaldırmadan usulca kaderlerine geri dönüyor Filistinli kadınlar. Çocuklar ise dünyadaki her çocuk gibi yüzlerine küçük bir tebessüm kondurmanın telaşında, alabildiğine neşeli ve umarsızlar. Birkaç şekerleme ve İHH balonları onlara dünyaları vermenize yetiyor da artıyor bile.
Kurban kesim alanlarına vardığımızda İstanbul’dan emanet aldığımız vekâletleri bizzat kesimi yapan kişilere veriyor ve kesimlere refakat ediyoruz. Kesilen kurbanlar titizlikle paketlenerek sahiplerine dağıtılıyor. Sahipleri diyorum, çünkü İstanbul’daki bir hayırsevere Ürdün’e bağış yaptıran Allah, o muhtacı o gün orada hazır bulunduran Allah, o kurbanı ona yazmış, binlerce kilometre öteden onun rızkını yazmış, bu kurbanın gerçek sahibi bizce o Filistinliden başkası değil. Telaşlı bir koşuşturma içerisinde herkes bir şeylere yetişmeye, programı sorunsuz gerçekleştirmeye çalışıyor. Kimi kayıt alıyor, kimi form doldurtuyor, kimi kesiyor, kimi dağıtıyor. Biz de kollarımızı sıvayıp bu koşturmacaya omuz veriyoruz.
Kurbanların Filistin mülteci kamplarında en uygun şekilde dağıtılması için partner kuruluşumuz gerekli düzenlemeleri yaptığından bizler sadece kamplara yetişmeye, her bir kesimin vekâletini vermeye ve kesimlere refakat etmeye çalışıyoruz. Allah’a şükürler olsun ki tüm kurbanlarımızın vekâletlerini ulaştırdık, dağıtımlarında bulunduk. Genel dağıtımları bitirdikten sonra Gazze mülteci kampında ev ziyaretlerinde bulunmak üzere yola çıkıyoruz…
Yüreğine ateş düşmüş, “hamdolsun” diyor Ürdün’de sessiz bir çığlık
Gazze mülteci kampı diğer kamplardan çok farklı. Birileri tarafından âdeta cezalandırılan kamp, diğer kamplarda varolan altyapı, yol, elektrik gibi en temel hizmetlerden bile yeterince yararlanamamakta. 13 ila 15.000 arası bir nüfusa sahip olan Gazze mülteci kampı, adından da anlaşılacağı üzere Gazze’den iltica edenlerin kaldığı bir kamp ama sanki toplama kampı gibi; kanalizasyonlar sokakların hemen yanında açıktan akıyor, yol diye bir şey neredeyse yok, sadece evlerin aralarında kalan boşluklar zamanla yol olmuş gibi. Kurban paketlerimizi de yanımıza alıp buradaki evleri ziyarete çıkıyoruz. Partnerimizle önceden belirlenmiş birkaç eve gidiyoruz. Bunca yıkıntı arasında zerre kadar taviz göremiyoruz, Gazze kampının sokaklarında… Önce bir hanımefendi karşılıyor bizi. 40 yaşlarındaki bu hanımefendinin başı hep önde, yüzüne bir peçe çekmiş. Sebebini soruyoruz mihmandarımıza, “Ahlak” diyor… Bizden çekindiğindenmiş. Sekiz çocuklu bir ev burası, evin erkeği yok. Hemen soruyoruz, başlıyor anlatmaya… Hüzünlü bakışları arasında gizlediği vakarı ile “Kocam,” diyor, “önce baş ağrılarıyla başladı, sonra kist dediler ve kanser oldu, öldü.”  Sadece “öldü” diyor ve derin bir iç çekiyor, korkuyorum yüreğine dokunmaya. İçinde bir öfke patlayacak sanki ötekilere karşı. Acısını yüreğine gömüyor, “Çocuklar iyi,” diyor, “karnımız doyuyor,”, “hamdolsun.” diyor…
“Hamdolsun” diyor kadın, bakışlarını yere çakıyor ve hiç kaldırmıyor. Sorularımız boğazımıza düğümleniyor, soramıyoruz; içimiz daha fazla acımasın diye. Susuyoruz ve o konuşuyor. “Kocam öldü, ben bu çocuklara bakıyorum. Yiyoruz, içiyoruz, yaşıyoruz hamdolsun.” Elimizde not kâğıtları, hüznümüzü ve anlamsızlıklarımızı yanımıza alıp küçük bir nakdi yardımda bulunduktan sonra çıkıyoruz. Gazze kampı sokaklarında yürüyoruz bir süre daha. Tüm ekibi derin bir sessizlik sarıyor, yürüyoruz başka bir hüzne ortak olmak üzere…
Bir başka evin kapısını aralıyoruz şimdi de. Kapı derken kastettiğimiz ise, kapı boşluğuna asılmış kalınca bir battaniye. Hiç tasavvur edemeyeceğimiz bir sahne ile karşı karşıya kalıyoruz burada, ürperiyoruz. Onlarca insan var kapının ardında ve perişan bir hâlde yaşam savaşı veriyorlar. Aile hakkında partnerimiz bize bilgi vermeye devam ettikçe nutkumuz tutuluyor, sorularımızı unutuyoruz. Çocuklar direk yere, betona basıyorlar; çorap bile yok ayaklarında. Üzerlerinde ise birkaç tişört, kimi kısa kollu kimi uzun. Bir an kendi bebeğimin ayaklarına üst üste giydirdiğimiz patikler geliyor aklıma; utanıyorum, boğazıma düğümleniyor tüm “bebeğim üşümesin” korkularım. Sesim titrer diye ben soramıyorum soruları, susup izliyorum, sadece izliyorum olanları. Ailenin üç çocuğu zihinsel özürlü, diğerleri de hasta; kiminin ciğeri hasta kiminin başka ciddi hastalıkları var. Soğuk iliklerine işlemiş, korkak bakışlarını ve özlemlerini kaçırıyorlar bizden. Modern dünya bu insanlara insanca yaşamayı çok görüyor. Ürdün’ün Akabe şehrinden Filistin gözüküyor. Sadece birkaç kilometre ötedeki vatanlarından zorla çıkartılan bu insanlar, burada bu hayata mahkûm edilmişler. İçimiz acıyor... Birkaç soru ve bir miktar nakdi yardım ile kurban etlerimizi teslim edip çıkıyoruz.
Petra, Akabe ve Filistin sahili…
Dağıtımlarımızı bitirip otelimizde istirahata çekiliyoruz. Tüm ekip yorgunluktan uyuyakaldığında, ben gece ile baş başa hesaplarımı kontrol ediyorum. Gecenin sessizliğinde otelin camından Ürdün sokaklarını izliyorum. Serin bir gece, yıldızlar ve ayın alabildiğine net göründüğü temiz bir hava var dışarıda. Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar yola çıkacağız. Yatıp dinlenmeliyim diyorum ve zorla uyumaya çalışıyorum ama nafile, gündüz yaşadıklarımın etkisini atamıyorum üzerimden. Bakışlarımı tavana dikip kendi kendime sorular soruyorum ama cevaplayamıyorum ve susuyorum… Sabaha doğru uyuya kalmışım, ezan sesi ile uyanıp yola çıkıyoruz.
Petra Vadisi’ndeyiz ve hayretler içerisinde izliyoruz bu tarihî yerleri ama içimizdeki acı, içimizdeki sesler hiç susmuyor; inadına haykırıyor, tadımızı kaçırıyor, keyif alamıyoruz, rahatımız bozuluyor, Petra Vadisi’nde her bir taşın ardından bir çocuk bakıyor yüzümüze, attığımız her adımın ardında “bırakma” der gibi minik eller görüyoruz sanki.
Önce Ölüdeniz’e gidiyoruz. Burada bizi korkunç bir tarih bekliyor. Bir de dünyanın deniz seviyesinin en alt noktasına inmek heyecan verici bir deneyim oluyor bizim için. Helak olan bir kavmin yüzyıllar sonra hâlâ ürpertici sessizliğinin hâkim olduğu Ölüdeniz’de hiç ama hiçbir canlı yaşamıyor. Deniz seviyesinin en altında hatta deniz seviyesinin altında su olan dünyadaki tek yer. Tuz oranı %33 ve suda batmak âdeta imkânsız. Bütün bunlar hayretimizi ve dehşetimizi bin kat daha artırıyor. Bizi burada en çok etkileyen bir başka şey de, Filistin asıllı bazı Ürdünlülerin suyun karşı kıyısındaki vatanlarını izlerken hissettikleri hüznün suyun sükûnetine yansıyor olmasıydı. Ölüdeniz üzerinde hiç dalga yok, hiç canlı yok, yosun bile yok, denizin dibine batmak yok. Denizin bize bir şeyler anlatmak istediği kesin ama biz onu gizemleriyle bırakıp Akabe’ye gitmek için yola çıkıyoruz.
Uzunca bir yolculuğun ardından Akabe’ye varıyoruz. Şehir işgal altındaki Filistin topraklarına sınır olduğundan rahatsız edecek derecede güvenlik tedbiriyle karşılaşıyorsunuz. Yakın zamana kadar bölgede koşullar daha da ağırmış ve altı farklı noktada pasaport, kimlik kontrolü, zaman zaman araç aramaları ile rahatsız edici bir şekilde işgalcilerin baskısı hissediliyormuş. Fakat son yıllarda kontrol noktalarının sayısı azaltılmış, şimdilerde bir iki yerde kontrol noktası var ve biz de onlardan birine giriyoruz. Araçta Arapça bilen tek arkadaşımız uykuya daldığından kontrol sırasında onu uyandırmaya çalışıyoruz ama nafile, günlerin yorgunluğu ile çok derin bir uykuya dalmış. Mecbur biraz İngilizce biraz Arapça, polislere derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Çatık kaşlar ve şüpheci ifadelerle sormaya başlıyor asker. O soruyor, biz gülüyoruz; çünkü hiçbir şey anlamıyoruz. Neden sonra aklıma geliyor, Ortadoğu’da Türkiye’yi oldukça seviyorlar. Sadece “Türkiye” diyorum, çatık kaşlar yerini tebessüme bırakıyor. Polis başlıyor sıralamaya; Sultanahmet, İstanbul, Üsküdar… Tebessüm ediyoruz ve “neam” diyoruz… Sadece pasaportlarımıza göz ucuyla bir bakıp bırakıyorlar bizi.
Yaklaşık 10-15 km kadar sonra Akabe’ye, şehir merkezine varıyoruz. Bir sahil şehri olan Akabe başka, bambaşka bir ülke sanki. Filistin’in işgal altındaki topraklarıyla sınırı olan bu şehir, sanki işgalci teröristlere yakın olan herkesin nasıl da lüks ve rahat içinde yaşayabileceğini göstermek için alabildiğine modern hâle getirilmiş. Kızıldeniz’e kıyısı olan Akabe, karşı kıyıda da Filistin’in işgal altındaki topraklarına komşu. İşgal edildikten sonra alabildiğine gelişmiş olan ve işgalcilerin âdeta sahiplenmiş olduğu bu Filistin şehri, liman ticareti açısından oldukça elverişli. Sahilde bir çay bahçesine oturuyoruz ve çaylarımızı yudumlarken hemen karşı kıyıdaki Filistin’i seyrediyoruz. Sanki haykırsak sesimizi duyacak gibi hüzünle bakıyor, nazlı ve hüzünlü bakışlarını ayırmıyor üzerimizden. Her başımızı kaldırıp karşı kıyıya baktığımızda göz göze geliyoruz. Utanıp bakışlarımızı kaçırıyoruz... İşgalciler şehrimize Elat adını koymuşlar ve içindeki tüm Filistinlilere işgal devletinin pasaportunu vermişler ve huzur içinde yaşıyor, o pasaportu kabul eden Filistinliler…
Çok yoğun bir şekilde geçen Ürdün programımız Akabe ziyaretiyle son buluyor. Saat sabahın 01.00’i oluyor ve biz doğrudan havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık üç saatlik yolumuz var. Çöl bölgesinden geçerken sağımız solumuz alabildiğine kum ve ufuk bir hayli uzak. Durup çöl kumlarına dokunuyoruz. Ellerimizde soğuk bir ürperti kalıyor ve biz çölü kendi dünyasıyla baş başa bırakıp yolumuza devam ediyoruz.
Havaalanına sabah saat 04.30 civarında varıyoruz. Sabah namazlarımızı kıldıktan sonra partnerimizle vedalaşıp uçağımıza doğru ilerliyoruz. Uçak havalanırken gün de yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Beyrut ve işgal altındaki Filistin üzerinden geçerek Kıbrıs Adası’nı da geride bırakarak İstanbul’a iniyoruz.
İstanbul’da hayat yine olanca hızıyla devam ediyor ve binlerce kilometre ötede neler olduğunu kimse bilmiyor. Yaşadıklarımız dimağlarımızda bir hüzün olup yerleşti; bakışları gözlerimizden gitmeyen çocukların gözleri ve her şeye rağmen “hamdolsun” diyen kadının sözleri… Ayakları betona basmaktan hasta olan ve soğuğun tüm hücrelerine işlemiş olduğu Filistinli çocuklar kaldı Ürdün’den hatıra bize…
Bir de inadına yüreğimizi kanatan Filistin…