7 Temmuz 2011 Perşembe

ÜRDÜN'DE SESSİZ BİR ÇIĞLIK

İHH ile Ürdün Filistin mülteci kamplarına yaptığım ziyaret ve kurban çalışmaları ile ilgili seyahatname m. Nostalji olsun diye tekrar yayınlıyorum... Geçekten yoğun duygular yaşadığım unutamadığım günlerdi. Tamamını okumanızı özellikle tavsiye ediyorum...



Ürdün’de sessiz bir çığlık
İstanbul’da hayat yine olanca hızıyla devam ediyor ve binlerce kilometre ötede neler olduğunu kimse bilmiyor. Yaşadıklarımız dimağlarımızda bir hüzün olup yerleşti; bakışları gözlerimizden gitmeyen çocukların gözleri ve her şeye rağmen “hamdolsun” diyen kadının sözleri… Ayakları betona basmaktan hasta olan ve soğuğun tüm hücrelerine işlemiş olduğu Filistinli çocuklar kaldı Ürdün’den hatıra bize…Ürdün’de sessiz bir çığlık

Süleyman Kurt
İstanbul’dan bir bayram sabahına doğru yola çıktık. Türkiye’den bize emanet edilen kurbanları sahiplerine götürüyoruz. Yüreğimizde bambaşka bir heyecanla Amman’a gidiyoruz. Yaklaşık iki saat süren bir yolculuğun ardından Amman Havaalanı’na iniyoruz. Amman’da bizi mihmandarımız karşılıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla yollara çıkmak üzere ve otelimize yerleşiyoruz.
İlk kurbanlarımızı her zaman olduğu gibi Ürdün’deki Filistin mülteci kamplarında kesiyoruz ve ev ev, kapı kapı dağıtımlara eşlik ediyoruz. Filistin mülteci kampları ülkeden, hatta dünyadan tecrit edilmiş ayrı dünyalar gibiler; her biri bir başka dünya, her biri bir başka dram, hüzün ve öykü…
Alabildiğine muhtaç, perişan, acılı ama bir o kadar da onurlu bir halk karşılıyor bizi. Yaşanan bunca acıya rağmen, yıllardır o kamplarda ötekileştirilmelerine rağmen, hiç ama hiçbir sosyal imkâna sahip olmamalarına rağmen böylesine asil duruşları bizleri son derece etkiliyor. Ne bir hırsızlık, ne bir yağmalama ne de bir taşkınlık oluyor dağıtımlarımız esnasında. Filistin halkı bu onurlu duruşuyla bizleri ve hatta bütün dünyayı büyülemeye devam ediyor.
Kendilerine uzattığımız paketleri başları önlerinde ve mahcup bir teşekkürle alıp başlarını yerden hiç kaldırmadan usulca kaderlerine geri dönüyor Filistinli kadınlar. Çocuklar ise dünyadaki her çocuk gibi yüzlerine küçük bir tebessüm kondurmanın telaşında, alabildiğine neşeli ve umarsızlar. Birkaç şekerleme ve İHH balonları onlara dünyaları vermenize yetiyor da artıyor bile.
Kurban kesim alanlarına vardığımızda İstanbul’dan emanet aldığımız vekâletleri bizzat kesimi yapan kişilere veriyor ve kesimlere refakat ediyoruz. Kesilen kurbanlar titizlikle paketlenerek sahiplerine dağıtılıyor. Sahipleri diyorum, çünkü İstanbul’daki bir hayırsevere Ürdün’e bağış yaptıran Allah, o muhtacı o gün orada hazır bulunduran Allah, o kurbanı ona yazmış, binlerce kilometre öteden onun rızkını yazmış, bu kurbanın gerçek sahibi bizce o Filistinliden başkası değil. Telaşlı bir koşuşturma içerisinde herkes bir şeylere yetişmeye, programı sorunsuz gerçekleştirmeye çalışıyor. Kimi kayıt alıyor, kimi form doldurtuyor, kimi kesiyor, kimi dağıtıyor. Biz de kollarımızı sıvayıp bu koşturmacaya omuz veriyoruz.
Kurbanların Filistin mülteci kamplarında en uygun şekilde dağıtılması için partner kuruluşumuz gerekli düzenlemeleri yaptığından bizler sadece kamplara yetişmeye, her bir kesimin vekâletini vermeye ve kesimlere refakat etmeye çalışıyoruz. Allah’a şükürler olsun ki tüm kurbanlarımızın vekâletlerini ulaştırdık, dağıtımlarında bulunduk. Genel dağıtımları bitirdikten sonra Gazze mülteci kampında ev ziyaretlerinde bulunmak üzere yola çıkıyoruz…
Yüreğine ateş düşmüş, “hamdolsun” diyor Ürdün’de sessiz bir çığlık
Gazze mülteci kampı diğer kamplardan çok farklı. Birileri tarafından âdeta cezalandırılan kamp, diğer kamplarda varolan altyapı, yol, elektrik gibi en temel hizmetlerden bile yeterince yararlanamamakta. 13 ila 15.000 arası bir nüfusa sahip olan Gazze mülteci kampı, adından da anlaşılacağı üzere Gazze’den iltica edenlerin kaldığı bir kamp ama sanki toplama kampı gibi; kanalizasyonlar sokakların hemen yanında açıktan akıyor, yol diye bir şey neredeyse yok, sadece evlerin aralarında kalan boşluklar zamanla yol olmuş gibi. Kurban paketlerimizi de yanımıza alıp buradaki evleri ziyarete çıkıyoruz. Partnerimizle önceden belirlenmiş birkaç eve gidiyoruz. Bunca yıkıntı arasında zerre kadar taviz göremiyoruz, Gazze kampının sokaklarında… Önce bir hanımefendi karşılıyor bizi. 40 yaşlarındaki bu hanımefendinin başı hep önde, yüzüne bir peçe çekmiş. Sebebini soruyoruz mihmandarımıza, “Ahlak” diyor… Bizden çekindiğindenmiş. Sekiz çocuklu bir ev burası, evin erkeği yok. Hemen soruyoruz, başlıyor anlatmaya… Hüzünlü bakışları arasında gizlediği vakarı ile “Kocam,” diyor, “önce baş ağrılarıyla başladı, sonra kist dediler ve kanser oldu, öldü.”  Sadece “öldü” diyor ve derin bir iç çekiyor, korkuyorum yüreğine dokunmaya. İçinde bir öfke patlayacak sanki ötekilere karşı. Acısını yüreğine gömüyor, “Çocuklar iyi,” diyor, “karnımız doyuyor,”, “hamdolsun.” diyor…
“Hamdolsun” diyor kadın, bakışlarını yere çakıyor ve hiç kaldırmıyor. Sorularımız boğazımıza düğümleniyor, soramıyoruz; içimiz daha fazla acımasın diye. Susuyoruz ve o konuşuyor. “Kocam öldü, ben bu çocuklara bakıyorum. Yiyoruz, içiyoruz, yaşıyoruz hamdolsun.” Elimizde not kâğıtları, hüznümüzü ve anlamsızlıklarımızı yanımıza alıp küçük bir nakdi yardımda bulunduktan sonra çıkıyoruz. Gazze kampı sokaklarında yürüyoruz bir süre daha. Tüm ekibi derin bir sessizlik sarıyor, yürüyoruz başka bir hüzne ortak olmak üzere…
Bir başka evin kapısını aralıyoruz şimdi de. Kapı derken kastettiğimiz ise, kapı boşluğuna asılmış kalınca bir battaniye. Hiç tasavvur edemeyeceğimiz bir sahne ile karşı karşıya kalıyoruz burada, ürperiyoruz. Onlarca insan var kapının ardında ve perişan bir hâlde yaşam savaşı veriyorlar. Aile hakkında partnerimiz bize bilgi vermeye devam ettikçe nutkumuz tutuluyor, sorularımızı unutuyoruz. Çocuklar direk yere, betona basıyorlar; çorap bile yok ayaklarında. Üzerlerinde ise birkaç tişört, kimi kısa kollu kimi uzun. Bir an kendi bebeğimin ayaklarına üst üste giydirdiğimiz patikler geliyor aklıma; utanıyorum, boğazıma düğümleniyor tüm “bebeğim üşümesin” korkularım. Sesim titrer diye ben soramıyorum soruları, susup izliyorum, sadece izliyorum olanları. Ailenin üç çocuğu zihinsel özürlü, diğerleri de hasta; kiminin ciğeri hasta kiminin başka ciddi hastalıkları var. Soğuk iliklerine işlemiş, korkak bakışlarını ve özlemlerini kaçırıyorlar bizden. Modern dünya bu insanlara insanca yaşamayı çok görüyor. Ürdün’ün Akabe şehrinden Filistin gözüküyor. Sadece birkaç kilometre ötedeki vatanlarından zorla çıkartılan bu insanlar, burada bu hayata mahkûm edilmişler. İçimiz acıyor... Birkaç soru ve bir miktar nakdi yardım ile kurban etlerimizi teslim edip çıkıyoruz.
Petra, Akabe ve Filistin sahili…
Dağıtımlarımızı bitirip otelimizde istirahata çekiliyoruz. Tüm ekip yorgunluktan uyuyakaldığında, ben gece ile baş başa hesaplarımı kontrol ediyorum. Gecenin sessizliğinde otelin camından Ürdün sokaklarını izliyorum. Serin bir gece, yıldızlar ve ayın alabildiğine net göründüğü temiz bir hava var dışarıda. Sabahın ilk ışıklarıyla tekrar yola çıkacağız. Yatıp dinlenmeliyim diyorum ve zorla uyumaya çalışıyorum ama nafile, gündüz yaşadıklarımın etkisini atamıyorum üzerimden. Bakışlarımı tavana dikip kendi kendime sorular soruyorum ama cevaplayamıyorum ve susuyorum… Sabaha doğru uyuya kalmışım, ezan sesi ile uyanıp yola çıkıyoruz.
Petra Vadisi’ndeyiz ve hayretler içerisinde izliyoruz bu tarihî yerleri ama içimizdeki acı, içimizdeki sesler hiç susmuyor; inadına haykırıyor, tadımızı kaçırıyor, keyif alamıyoruz, rahatımız bozuluyor, Petra Vadisi’nde her bir taşın ardından bir çocuk bakıyor yüzümüze, attığımız her adımın ardında “bırakma” der gibi minik eller görüyoruz sanki.
Önce Ölüdeniz’e gidiyoruz. Burada bizi korkunç bir tarih bekliyor. Bir de dünyanın deniz seviyesinin en alt noktasına inmek heyecan verici bir deneyim oluyor bizim için. Helak olan bir kavmin yüzyıllar sonra hâlâ ürpertici sessizliğinin hâkim olduğu Ölüdeniz’de hiç ama hiçbir canlı yaşamıyor. Deniz seviyesinin en altında hatta deniz seviyesinin altında su olan dünyadaki tek yer. Tuz oranı %33 ve suda batmak âdeta imkânsız. Bütün bunlar hayretimizi ve dehşetimizi bin kat daha artırıyor. Bizi burada en çok etkileyen bir başka şey de, Filistin asıllı bazı Ürdünlülerin suyun karşı kıyısındaki vatanlarını izlerken hissettikleri hüznün suyun sükûnetine yansıyor olmasıydı. Ölüdeniz üzerinde hiç dalga yok, hiç canlı yok, yosun bile yok, denizin dibine batmak yok. Denizin bize bir şeyler anlatmak istediği kesin ama biz onu gizemleriyle bırakıp Akabe’ye gitmek için yola çıkıyoruz.
Uzunca bir yolculuğun ardından Akabe’ye varıyoruz. Şehir işgal altındaki Filistin topraklarına sınır olduğundan rahatsız edecek derecede güvenlik tedbiriyle karşılaşıyorsunuz. Yakın zamana kadar bölgede koşullar daha da ağırmış ve altı farklı noktada pasaport, kimlik kontrolü, zaman zaman araç aramaları ile rahatsız edici bir şekilde işgalcilerin baskısı hissediliyormuş. Fakat son yıllarda kontrol noktalarının sayısı azaltılmış, şimdilerde bir iki yerde kontrol noktası var ve biz de onlardan birine giriyoruz. Araçta Arapça bilen tek arkadaşımız uykuya daldığından kontrol sırasında onu uyandırmaya çalışıyoruz ama nafile, günlerin yorgunluğu ile çok derin bir uykuya dalmış. Mecbur biraz İngilizce biraz Arapça, polislere derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Çatık kaşlar ve şüpheci ifadelerle sormaya başlıyor asker. O soruyor, biz gülüyoruz; çünkü hiçbir şey anlamıyoruz. Neden sonra aklıma geliyor, Ortadoğu’da Türkiye’yi oldukça seviyorlar. Sadece “Türkiye” diyorum, çatık kaşlar yerini tebessüme bırakıyor. Polis başlıyor sıralamaya; Sultanahmet, İstanbul, Üsküdar… Tebessüm ediyoruz ve “neam” diyoruz… Sadece pasaportlarımıza göz ucuyla bir bakıp bırakıyorlar bizi.
Yaklaşık 10-15 km kadar sonra Akabe’ye, şehir merkezine varıyoruz. Bir sahil şehri olan Akabe başka, bambaşka bir ülke sanki. Filistin’in işgal altındaki topraklarıyla sınırı olan bu şehir, sanki işgalci teröristlere yakın olan herkesin nasıl da lüks ve rahat içinde yaşayabileceğini göstermek için alabildiğine modern hâle getirilmiş. Kızıldeniz’e kıyısı olan Akabe, karşı kıyıda da Filistin’in işgal altındaki topraklarına komşu. İşgal edildikten sonra alabildiğine gelişmiş olan ve işgalcilerin âdeta sahiplenmiş olduğu bu Filistin şehri, liman ticareti açısından oldukça elverişli. Sahilde bir çay bahçesine oturuyoruz ve çaylarımızı yudumlarken hemen karşı kıyıdaki Filistin’i seyrediyoruz. Sanki haykırsak sesimizi duyacak gibi hüzünle bakıyor, nazlı ve hüzünlü bakışlarını ayırmıyor üzerimizden. Her başımızı kaldırıp karşı kıyıya baktığımızda göz göze geliyoruz. Utanıp bakışlarımızı kaçırıyoruz... İşgalciler şehrimize Elat adını koymuşlar ve içindeki tüm Filistinlilere işgal devletinin pasaportunu vermişler ve huzur içinde yaşıyor, o pasaportu kabul eden Filistinliler…
Çok yoğun bir şekilde geçen Ürdün programımız Akabe ziyaretiyle son buluyor. Saat sabahın 01.00’i oluyor ve biz doğrudan havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık üç saatlik yolumuz var. Çöl bölgesinden geçerken sağımız solumuz alabildiğine kum ve ufuk bir hayli uzak. Durup çöl kumlarına dokunuyoruz. Ellerimizde soğuk bir ürperti kalıyor ve biz çölü kendi dünyasıyla baş başa bırakıp yolumuza devam ediyoruz.
Havaalanına sabah saat 04.30 civarında varıyoruz. Sabah namazlarımızı kıldıktan sonra partnerimizle vedalaşıp uçağımıza doğru ilerliyoruz. Uçak havalanırken gün de yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Beyrut ve işgal altındaki Filistin üzerinden geçerek Kıbrıs Adası’nı da geride bırakarak İstanbul’a iniyoruz.
İstanbul’da hayat yine olanca hızıyla devam ediyor ve binlerce kilometre ötede neler olduğunu kimse bilmiyor. Yaşadıklarımız dimağlarımızda bir hüzün olup yerleşti; bakışları gözlerimizden gitmeyen çocukların gözleri ve her şeye rağmen “hamdolsun” diyen kadının sözleri… Ayakları betona basmaktan hasta olan ve soğuğun tüm hücrelerine işlemiş olduğu Filistinli çocuklar kaldı Ürdün’den hatıra bize…
Bir de inadına yüreğimizi kanatan Filistin…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder